Hırant Dink öldürüldükten iki hafta sonra

Hrant Dink’i 2-3 defa televizyon açık oturum programlarından izledim.  Doğrusu ilk gördüğümde açık sözlülüğü, düşüncelerini bir polemiğe kaçmadan oldukça samimi (belki de saflığa kaçan) bir şekilde sunması ve en çok da cesareti beni şaşırtmıştı. O oturumların birisinde, aşırı sayılabilecek görüşlere sahip politikacı kökenli insanların yanında, kendilerini Atatürkçü Demokrat olarak tanımlayan, akademik kökenli kişiler de vardı. Programdan, aklımda en belirgin biçimde kalan diyalog akademik kökenli kişilerden birisiyle, Dink arasında geçmişti. Dink, kendisinin sadece ülkesinde (yani Türkiye’de) değil Ermenistan’da da sert bir şekilde eleştrildiğini, ama bütün bu eleştirilere rağmen en önemli amacının iki taraf arasında diyalog sağlamak olduğunu anlatıyordu ki, akademik kökenli kişi araya girerek (belki de bir “Freudian dil sürçmesiyle”):

“Biz, gelin koşulsuz masaya oturalım dedik ama sizin ülkeniz (Ermenistan’ı kastederek) kabul etmedi” dedi.

O sırada söz Dink’te olduğu için kamera da onun üzerindeydi, bu söz üzerine sarsıldı, duraladı. Belki de böyle bir sözü o akademisyenden hiç beklemiyordu, sadece “ben bu ülkenin vatandaşıyım, Ermenistan’ın değil” diyebildi. Akademisyen ağzından kaçtığını söyleyip, özür diledi. Biz ve “ötekiler” gizli hissini içimizden atamadıkça, Dink’in ölümünü bir vatandaşın ölümü olarak alamadıkça, sadece Türkiye’nin imajı bozulacak diye üzüldükçe, hepimiz Hrant Dink’iz sloganını anlamaya/anlatmaya çalışmanın pek bir anlamı yok.

Not:  Ogün Samast’in en aklımda kalan açıklaması da 17 yaşın saflığını, kullanılabilirliğini ortaya koyuyor:

“Bu olayın bu kadar önemli olduğunu, kendimi televizyonda görünce anladım”

Ocak 2007

Memleketimden İnsan Manzaraları

1985 Haziran sonu Boğaziçi’nde stresli finalleri bitirip iki haftalığına Teyzem’in Fethiye Şövalye Adasındaki yazlığına gitmiştim. Ev tam tepedeydi ve iki tarafta da denize gemiden bakıyormuşsun gibi manzarasıyla sade ve huzur doluydu. .Evde benden başka teyzem, annem, teyzemin kızı ve onun on ve 4dört yaşlarındaki iki oğlu vardı önceleri.  Kadınlar, çocuklar ve ben…

Rüya bir tatil oluyordu benim için, harika bir deniz, lezzetli yemekler, kitap, müzik ve adada fotoğraf çekme turları. Okumayı en çok sevdiğim saatler ev halkının ikindi uykusuna çekildiği zamanlardı. Okuduğum kitaplar içinde İstanbul’da son kitap fuarından aldığım ve okumayı bu yaza sakladığım Nazım’ın “Memleketimden İnsan Manzaraları” da vardı. Nazım beni benden almış duygudan duyguya sürüklüyordu şaheseriyle.

İkinci hafta ev kalabalıklaştı. Teyzemin kayınbiraderi, Mustafa Amca ve ailesi de bize katıldılar.  Mustafa Amca ile o tatilden önce yakın bir tanışıklığım yoktu. Yılda bir iki kere aile toplantılarında görürdüm. Mustafa Amca 60’larında, aileden koyu Demokrat ve sonrası Adalet Partili, aşırı muhafazakâr değil ama merkez sağ görüşleri olan ve ailede asabi sayılan bir kişiydi. O yaşlarda kendisi gibi olan birçok merkez sağ görüşlü kişi gibi, onun için de Nazım Hikmet, komünizmi seçerek vatanına ihanet etmiş biriydi. Nazım’ın hiçbir kitabını okumadığı halde onun yargısı kesindi ve benim o kitabı okumamdan rahatsızlığını da bana hissettiriyordu. Yine de onunla iyi ama mesafeli bir ilişkimiz oldu bir kaç gün içinde.

Ben okuduğum kitapları ortalıkta bırakıyordum. Bir akşamüstü denizden geldiğimde evde tek uyumamış olarak Mustafa Amca’yı terasta elinde Nazım’ın kitabıyla gördüm. Beni görünce hafif beklenmedik bir şekilde yakalanmanın utangaçlığını yaşadı sonra “merak ettim okudum biraz” dedi. “Nasıl buldunuz Nazım’ı?” dedim. Beklemiyordu bu ani soruyu. Biraz düşündü bir özür aradı, Nazım hakkında yıllarca kemikleşmiş görüşlerini haklı çıkaracak bir şeyler aradı sanki sonra bırakıverdi kendini:

“Memleketimin insanı ancak bu kadar güzel anlatılabilir bunları yazabilen bir insan memleketini sevmemiş olamaz” dedi.

Bir Boğaziçiliden Boğaziçi Üniversitesi Rektörüne Mektup:

Züccayiye Dükkanı, Filler ve Plastik Mermiler

Sayın Prof. Dr. Uslu,

1 Ocak 2021 Türkiye saatiyle gece yarısı 1:14’te Boğaziçi Üniversitesine rektör olarak atandığınızı öğrendim. Sanırım 2021 yılının memleketten gelen ilk haberiydi bu benim için. Hayırlı olsun. Haberi ve sizinle ilgili detayları biraz okuyunca bu atamanın oldukça olay yaratacağını sezdim. Size ve tepeden inme atanmanıza karşı haklı haksız yapılacak eleştirileri düşündüm en çok da bu eleştirilere ve özellikle öğrencilerden gelecek protestolara nasıl karşılık vereceğinizi… Türkiye’de gün döner dönmez kazan kaynamaya başladı. Haberleri ve sosyal medyadan gelen mesaj hepsini okudum. Gerçeklik süzgecinden geçirerek yanlış olanları doğrularından ayırarak okudum, yapabildiğim kadarıyla. Karşı koyma, protestolar daha çok atanma şeklinizeydi doğal olarak. Sonra sevgili üniversitemde öğrenci protestoları başladı ve sert polis müdahalesi. Plastik mermili, biber gazlı, okul kapısına kelepçe takmalı polis müdahalesi. Bekledim sizden nasıl bir açıklama gelecek diye. Sonunda geldi bir gün sonra, şöyle:

Rektör belirleme sistemi için şunları söylediniz:

Şöyle bir rektör seçimi büyük üniversitelerde yok, hocalar oy verecek, bir tane rektör seçeceğiz. İyi üniversitelerde hep atanıyor. Kiminde arama komisyonu kuruluyor, komisyon değerlendiriliyor ve mütevelliye sunuyor. Biz devlet üniversitesi olduğumuz için 3 aşağı 5 yukarı gelişmiş üniversitelerle aynı yöntemle seçiyoruz rektörü. Bir kurumu yönetecek kişinin seçimle gelmesi pek kullanılan bir yöntem değil, verimli bir yöntem değil. Demokrasi iktidarın seçiminde çok verimli bir yöntem ama siz oy vererek bir rektörü ya da bir şirketin genel müdürünü seçemezsiniz…”

Bazı yerleri doğru dediklerinizin ama, incelik detaylarda.

ABD’de birçok üniversitede görev ve yetki olarak “president” (rektör) cumhurbaskanina, “provost” ise yürütme yetkili başbakana benzer. Kısaca Türkiye’de rektör buradaki Provost eşitindedir. Hem “president” hem de provost ögrenci, akademisyen ve yöneticilerin temsil edildiği bir komite tarafından (profesyonel aday arama şirketleri aracılığıyla) aranır. Bulunan ilk sıradaki 3-5 aday yerleşkeye getirilir ve en az üç günlük görüşmelere sorgulamalara tabi tutulur. Bu görüşmelerin bazıları sadece akademisyenlere, bazıları sadece okul yöneticilerine, bazıları ise tüm okula açıktır. Sonra sadece okula açık bir websitesinde herkes izlenimlerini ve bazen sıralamalarını yazar. Bunlar bağlayıcı olmayıp tamamen adaylar hakkında komiteye geri dönüş bağlamındadır. Sonunda komite bu adayları sıralamayla mütevelli heyetine sunar. Mütevelli heyeti de bir kez daha görüşüp edip karar verirler. Eğer hiçbirini yeterli bulmazlarsa bütün işlem tekrar başlar. Bu sistemle sizin Türkiye için anlattığınız sistemin aynı olduğunu iddia etmezsiniz sanırım.

Ama beni asıl üzen bu sözleriniz değil, okul önünde polisin öğrencilere yönelik müdahalesine ilişkin söyledikleriniz idi:

Bizim en istemeyeceğimiz şey Boğaziçi’nin 150 yıllık fiziksel varlığının harabeye dönmesi, dün böyle bir şey olabilirdi. O yüzden polis orada doğrusunu yaptı. Bir filin züccaciye dükkanına girmesi gibi olacaktı

İşte bu sözler beni çok üzdü. Bu sözler protesto haklarını kullandıklarında en sert fiziksel tepkiyi gören genç üniversitelilere duyarlı rektörlerinin sarf edeceği sözler değildi. Birden düşündüm. Boğaziçi Üniversitem gerçekten züccaciye dükkanı ise ve ülkemin nadir ama kırılgan pırıl pırıl kristallerini barındırıyorsa gerçekte “fil” neredeydi, neydi? Fil protesto eden genç Boğaziçililer değil, onlara en ufak bir söz hakkı bile tanımadan tepelerine inmiş “biz öyle karar verdik böyle olacak” emriydi.

Prof. Mehmet Alper Şahiner

Korona Günlerinde İnsan Manzaraları

2020_03_21_3604

Korona Günlerinde İnsan Manzaraları

Bugün 21 Mart. Dünyanın ekseninin ekliptik düzleme dik olduğu gün. Gece ve gündüzün eşit zamanlarda olduğu ama, daha önemlisi baharın başladığı 21 Mart. Yeni açan bahar çiçeklerinin ve kuşların ‘evde kalın bugün’ ü dinlemediği gün bugün.

İtalya’da 793 insanın COVID-19’den hayatını kaybettiği gün aynı zamanda.

Neler yaşadık bugüne kadar, 2020’nin başında Çin’den gelen ilk mesajları öğrendiğimizden beri?

Önceleri yeni bir virüs hızla yayılıyor Çin’de haberleri. İşte her zaman önce hızla yayılan ama önemini kısa sürede yitirecek haberlerden biri. Sadece aramızda en paranoyakların ilgisini çekecek ama bir iki hafta içinde gündemden düşecek bir haber. İlk yorumlar, mevsimsel gripten az farkı olan bir hastalığın internette abartılı bir haber olarak dolaşması. Kısa sürede Çin’in aldığı sert tedbirler de bu algıyı pek değiştirmiyor bir türlü. Ne de olsa bunun benzerlerini yaşadık daha önceleri. Nasıl olsa Çin’in dışına sınırlı bir şekilde çıkar ve kaybolur gider kısa sürede.

Sonra Çin’in vaka ve ölüm sayılarının hızla yükselmesi ve çevresindeki ülkelerin paniği. Ama hala sadece uzak Asya’nın sorunu olarak görmek durumu. Bir sonraki aşama İran. İran’ın “dış mihrakların oyunu” sürecinden kısa sürede acil duruma geçmesi yönetimindeki insanların bazılarının virüse yenik düşmeleri sonucunda. Ama konu İran ve Çin olunca, hala batı ülkelerinin duruma şüpheci yaklaşımları. Az zaman sonra İtalya alarmı birden. İtalya’daki vaka sayısının hızla artması ve yavaş yavaş küresel endişelerin oluşması.

Bundan sonra kısa sürede gelişen bir kaos dönemi başlıyor. Virüsün kendi ülkelerine hala uzak olduğunu düşünen politikacıların önceleri durumu azımsama çabaları. Virüsün bu indirgeme çabalarına kulak asmayıp artan bir hızla yayılması ve pandemik sınıfına erişmesi.

Bu süreç içinden insan manzaraları şöyle:

Bir tepki “neden şimdi?” sorusu. Komplo teorisyenlerini neredeyse birbirine düşüren ‘arkasında Çin mi var ABD mi?’ sorusu sonra. Artık internette dolaşan yıllar önce yazılmış kitaplardan oynanmış alıntılar, Bill Gates’in ve ilaç endüstrisinin büyük aşı ve ilaç oyunu. Çin’in batının ekonomik baskısına intikamı. Özellikle Çin’deki yeni vaka sayısının son bir haftada azalması sonucu önceleri ABD’ye yönelik komplo şüphelerinin yeniden Çin’in üzerine çekilmesi. Diğeri, kapitalist sistemin halklar ve gelişmekte olan ülkeler üzerine kurdukları büyük planların bir parçası bu uydurma virüs. Tamam eğer virüs gerçekse bile “bu abartılı önlemler neden?” görüşü. “Mevsimsel grip her yıl daha fazla insanı öldürmüyor mu?” tepkisi. Belirsizliğin, bilinmeyenin getirdiği endişe ya da tam tersi umursamazlık ortada dolaşan. “Bu iş üç hafta içinde biter”den, “bu virüs insanlığın %80’ini silecek”e varan geniş bir düşünce yelpazesi.

Ama virüs dinlemiyor ki, politikacı, komplocu falan, hem vaka sayısı hem ölüm sayısı üstel bir şekilde ilerliyor tüm dünyada. İtalyan bir arkadasın bir şekilde kendi ülkesini anlatmaya çalışması gibi: “Belki diğer Avrupa ülkeleri virüs İtalya’da hızlı yayılıyor çünkü İtalya ciddi bir ülke değil diye düşünüyorlar ama onlar da bu virüsün yayılma hızını hafife alıyorlar”.

Günümüze geldiğimizde sonuç, artık neredeyse bütün ülkelerin yöneticilerinin durumun ciddiyetini kabullenmeleri ve insanların zorunlu sosyal yalıtım sonucu gitgide birbirlerinden uzaklaşmaları ve yalnızlaşmaları.

İstanbul’da bir seyyar satıcının “tamam abi evde kalalım da benim kardeşime, anneme evime kim bakacak bu sebze, meyve tezgahını sabahın beşinde babamla birlikte kurmasak serzenişi”.

Bu virüsün getireceği ekonomik kriz sonucu işini kaybetme korkusu yaşayanlar, işyerleri kapanmış yarı zamanlı çalışanlar, işyerlerini kapatmak zorunda kalanlar. Gelecek kuşakların hayatı başka türlü tanımasına-“virüs kuşağı” olarak adlandırılmalarına- yol açabilecek derecede acımasız tecrit koşulları. Birbirinden uzak, yalnız insanlar, boş sokaklar, konserler, müzeler, spor sahaları. Günlük yaşamlarında üzerinde bir saniye bile düşünmeden olmasını doğal karşıladıkları, alıştıkları zevklerden yoksun insanlar.

İnsan manzaraları hep böyle karanlık değil ama. İspanyol arkadaşın yazdığı gibi “bu durumda güzel olan şey insanların nasıl cömert olduklarını ve dayanışmayı görebilmek. Madrid’te virüsten daha hafif hasta olmuş insanlara açılan oteller, lokantaların kapasitesini aşan hastanelere yemek sağlaması, gençlerin yaşlılara günlük gereksinimleri için yardımı”. Bunlar bu felaketin iyi yönde ikincil kazanımları. Çin’in büyük şehirlerindeki hava kirliliğinin azalması, Venedik’in kanallarının berraklaşması, İstanbul ve dünyanın diğer büyük şehirlerinde trafik sorunun azalması. İnsanların yıllardır unuttukları ya da yapmaya zaman bulamadıklarını iddia ettikleri hobilerine geri dönmeleri, hatta birçok insanın yeniden kitap okumaya başlaması gibi.

İnsan böyle zor durumlarda yine hızlı adaptasyon özelliğini gösteriyor. Herkes kendine göre bir rol buluyor bu kriz sırasında. Mühendisler, fizikçiler, matematikçiler eldeki verilerden modeller çıkarmaya, doktorlar, biyologlar virüsün etkisiz hala gelebileceği koşullara kafa yoruyorlar ortak yoğun bir çaba halinde. Ekonomiye kafa yoranlar, önümüzdeki krizin büyüklüğünü ve süresini tahmin etmeye çalışıyorlar. Sonunda bu bireysel bir sorun değil ki, hummalı bir insanlık çalışması gerektiriyor.

Baharın ilk günü derin bir sessizlik hakim çevreye. Kuşların cılız seslerinden başka bir şey duyulmuyor sanki. Ama yine de havada bir birliktelik sessiz bir dayanışma var sanki. Sanırım bu, hepimiz bu işin içindeyiz, birlikte düştük ama eninde sonunda nasıl olsa birlikte çıkacağız umudu, beraberliği.

İlkbaharı da gördük ya, arkası kış olamaz nasıl olsa düşüncesi…

35. Yil Bulusmasi Anektodu

Pazar sabahı dışarıda toplu kahvaltı… 4-5 masa, herbirinde en az 12 kişilik bir kalabalık, bol kahkahali, sarılmalı, bizim için olağan, dışarıdan biri için “manyak bir grup” görünümü.

Kalktım yerimden, az ilerideki kahve, çay tezgahına geldim. Koydum kabı alta, bastım düğmeye, önce beyaz sonra kahverengiye dönüşen bir sıvı akıyor bekliyorum, kahve diye.

Yanıma bir garson geldi ki, canı çıkmış. Nedense, beni bizim gruptan biri olarak almadı ve hatta sanırım Türk değil sandı ve kendi kendine söylenmeye başladı. ” yaa, bunlar da nerden çıktı böyle, ne zaman giderler acaba?”

Döndüm, gülerek, “ha sen bizim lise grubunu söylüyorsun, 35. Mezuniyet yılı buluşması bu, kusurumuza bakma özlem çok.”

Birden şaşırdı, az mahcubiyet, çok şaşkınlıkla ” yok abi yanlış anlama, biz hep öylesine konuşuruz da, ben böyle bir şey görmedim. Nasıl bir lisedir bu? Biz de lise okuduk ama bu bir garip bir şey.” Devam etti: “Hiç evleneniniz olmadı mı?”

Bu sefer ben şaşırdım, “hemen hemen herkes evlendi de, bu toplantılara eşler gelmiyor artık”

” Haklılar abi, eşimin böyle bir arkadaş grubu olsa, ben yanlarına yanaşmam, nasıl bir kardeşlik, sıcaklık bu ya. Valla hayatımda görmedim böyle bir şey”

35. Yıl Buluşması

Geldik, işte yine, buluşmaya, kavuşmaya, bir de 35 dedik adına.

25’in, 30’un tadını alanların, kaçırmadığı, almayanların, bitmek bilmez reunion artçısı mesajlarından, neymiş bu reunion biraz da biz bakalım tadına bari deyip, hafif karasızlıkla katılmaya karar verdiği 5 yıllık büyük buluşma.

Aldılar ama tadını, hem de ne tat. İlklerden çömezlerden, Serdar’imla konuştum C.tesi gecesi coşkusundan sonra, sabahın 2:00’sinde.

Eee, nedir, nasıl buldun dedim? Yok böyle bir şey dedi bana.

Dedim, aradaki 35 yıl nereye gitti?Nasıl olur da aynı sıcaklık sanki bir yaz tatili ertesi Ekim’de okula dönme gibiydi.

30 sonrası düşündüklerimi anlattım Serdar’a. Buradaki canların aralarındaki duvarsızlıkları herhalde, birbirlerinin 12-18 yaş aralığını bilmelerinden. Bütün çocukluklarını, egolarını güvensizliklerini, coşkularını , üzüntülerini , başarılarını, acılarını birlikte yaşamış olmalarından dedim.

Baktı şöyle bir, o tatlı gülümsemesiyle. Yani “götü boklu hallerini biliyorlar!”

Doğru söze ne denir? 35 ‘te de öyleydi, 40, 45, 50’de de öyle olacak inşallah…

Efe’yi Beklerken

Efe’yi Beklerken

Efe beklenir, beklemeye değerlerdendir o.

Washington Square Park, New York. İşte bekliyorum Efe’yi. Şimdi görünür uzaktan ağır ve emin adımlarıyla. Görünsün bakalım.

Park da çok güzel bugün sakin. “Street performer”lar da yok. Demek ki Cumartesi günleri geliyorlar.  Onların da market ayarlarını düşünmeleri gerekli haliyle.

Efe gelecek, anlatacak bana şimdi küresel sermayenin gücünü ve yine küresel sermayenin çöküşünü.  Ama onun tadı anlattıklarından çok, anlatırken aldığı hoş ruh halinde. İzleyeceksin fark ettirmeden. Arada karşı çıkıp sonra kabul edeceksin söylediklerini. Aslında bir düşünürsen, dediklerinin çoğu bir süre sonra doğrulanıyor. Ne çok şey öğrendim ondan, Atilla İlhan ile Suraiya Faroqhi ile tanıştırdı beni.

Efe’deki o sakin ruh hali, bilgelikle süslü, kendinden emin söylevleri etkiliyor belki de karşısında dinleyenleri.  Hiçbir zaman desteksiz konuşmaması, ne kadar ileri olsa da söylediklerinin sağlam bir mantık çerçevesine dayanması etkili bunda sanırım.

İşte geldi. Park’ta buluştuk, önce Cafe Reggio sonra Metropolitan Müze’ye gittik. Aksam yemeğini ikimizin de en favori restoranı Cafe Fiorello’da yedik ve geceyi New York Filarmoni konseri ile bitirdik.  Tabii bütün gün boyunca uzun uzun ağır ağır muhabbet; fizik, tarih, din, edebiyat…Düşündüklerini, yeni öğrendiklerini sevgili dostunla paylaşmak ne büyük bir zevk.

26 Aralık 2011

Prag Notları

İlk akşam şehre indiğimde yağmur vardı. Haliyle turistler ortalıktan kaybolmuştu. Metro yolunu öğrenip şehre doğru yola koyuldum, konferans merkezindeki otelimden. Metrodan çıkar çıkmaz bir tütün dükkanı gördüm, bir “cigarillo” paketi aldım. Sonra yönüm doğru Karluv Most (Charles Köprüsü) idi. Fakat asıl amaç Charles Köprüsü’ne gitmek değil de onun yanındaki daha önemsiz köprüye çıkıp asıl Charles Köprüsünü uzaktan izlemekti. Bir iki fotoğraf da çektim o köprünün üzerinden. İnsan ister istemez Kafka burada yürümüş müdür? Buraya oturmuş mudur? Şuraya da bakmış mıdır? sorularını soruyor kendine. Bu şehirde ondan kurtulmanın yolu yok anlaşılan. Sonra Charles Köprüsü yanı Café Marnice’de bira sosis ve sonrası kahve.

Tarih neden etkiler insanları, en azından bazılarını? Sadece geçmişe özlem demek yeterli degil. Daha önemlisi paylaşım isteği, bu büyük insanların yasadıklarını hissetmek çektikleri havayı çekmek için belki de. Kafka’nın da Kundera’nin da bir zamanlar burada oturduğunu düşünmek. İşte yine güzel bir bira, yine şehrin kuzeysel sakinliği. Şehirde sanki restoranlar, kafeler para kazanmak için değil de sahibinin çocukluk düşlerini gerçekleştirmek için acilmiş. Kapitalizmin saldırgan taktiklerine yer yok sanırım Kafka’nin şehrinde. Böyle olunca da insanın giresi oturası akşama kadar okuyası yazası geliyor. Büyük düşünürler için büyük şehirler gerek. İşte bunun bir kanıtı da Prag. Yan masada bir dede bir nine 2-3 yaşlarında bir torun. Dede keyifli sorumluluksuz, gerilimsiz çocuk bakmanın rahatlığında.

Andreas Feininger fotoğraf sergisi Prag’ta:

“I feel I have more common with the scientist’s way of looking at the World than with that of the artist”

“Its ability to create incredible wealth of details is one of the most useful characteristics of photography”

Evet! Bu nasil bir rastlantı? Feininger’in belki de en kapsamlı sergisi bu güzel şehirde karşıma çıkıveriyor. Sergi sonunda yine iki bira Çek sandviçi, bir patates “old town astronomical clock”’a karşı. Beklentiler düşük olunca sanki her şey daha da güzel oluyor.

İnsanların kişisel özellikleri milletlerin (toplumların) özellikleriyle özdeşiyor. Prag Kalesi gezisindeyiz. Turda bir Fransız, bir Arap, bir Japon, bir Türk, bir Rus, ve bir de Çek rehber var. Her zamanki gibi hemen konuşulabilecek olan Japon olanı. İsmi Suzuki. Belki de Japonların bu kibarlıkları kolay iletişim kurmamı sağlıyor. Turdan yorumlar, örneklemeler:

Arap: Rehber beş dakika sonra çıkış kapısında buluşacağız dediğinde tek güvence isteyen Arap idi. Tam nerede? Tam kaçta?

Japon ve Çek (rehber): Bu katedralin zamanla siyahlaşan dış yüzünü temizleyemiyorlar mı? Çek rehber sinirlenerek “böyle daha güzel görünüyor”.

Rus: İnsanlar çok çalışıyorlar.

Çekler çok çekmişler, önce Nazilerden sonra komünistlerden. Sanki simdi biraz olsun doğru yolu bulduklarını düşünüyorlar. 1990’lara kadar özgür bir devletleri olmamış, hep başkalarının boyundurukları altında yasamışlar. Belki de küskünlükleri, kuşkulu halleri, zaman zaman kabalıkları bu yüzden.

Temmuz 2011

Bir Boğaziçiliden T.C. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a Mektup

Sayın Erdoğan,

Ben bir Boğaziçiliyim.  Böyle deriz biz aramızda konuşurken, üniversite sözcüğü yokluğunun bir anlam karışıklığına yol açmayacağından emin olduğumuz için belki de.

Bugün Pazar. New Jersey saatiyle sabah 6:00’da uyanıp telefonumdan ilk okuduğum cümle şuydu (sizin yorumunuz):

“Boğaziçi Üniversitesi bu milletin değerlerine yaslanamadığı için hedeflerine tam manasıyla ulaşamamıştır. Üniversitemizin temelinin yabancı bir eğitim kurumuna dayanıyor olması bu zemine oturulmasına asla mani değildir. Çok seslilik ile kendi ülkesine yabancılık arasındaki çizgiyi doğru bilmeden de bunu yaşatamayız.”

Çok dokundu bana bu yorumunuz, çünkü Boğaziçi Üniversitesine yapılmış büyük haksızlık olarak aldım.  Açıklamaya çalışayım.

1984 yılında, Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümüne o zamanlardaki tanımlamasıyla öğrenci yerleştirme sınavı (ÖYS) Fen Puani sıralamasında Türkiye besincisi olarak kabul edildim.  Asil istediğim Fizik okumaktı ve ikinci sınıfta çift anadal programına kabul edilmemle Boğaziçi Üniversitesi bana Elektrik-Elektronik Mühendisliğine ek olarak Fizik Programından da lisans derecesi alma olanağını sağladı.  Artık asıl aşkım olan Fizik Bilimini doktora düzeyinde çalışabilecektim hem de yıllar boyunca çalıştığım her ortamda büyük yararını gördüğüm mühendislik derecesi ek avantajı ile.  ABD’deki seçkin Üniversitelere tam burslu olarak kabul edilmekte herhangi bir zorluk çekmedim çünkü iki diplomam da Boğaziçi Üniversitesi armasını taşıyordu.  Rutgers Üniversitesi Fizik Doktora programına başladığımda ilk akademik danışmanımın sözü hala kulaklarımdadır. “Boğaziçi Üniversitesinden gelen öğrenciler her zaman bizim bölümün kaymak tabakası oluyor.”

Doktora sonrası, ABD’de önce Ulusal Araştırma Laboratuvarlarında (Brookhaven National Laboratory), sonra endüstri araştırma merkezlerinde ve akademik alanda çalıştım.  2003’ten beri Seton Hall Üniversitesi Fizik Bölümündeyim. 2008’de Doçent 2013’te Profesör ünvanlarını aldım ve 2009 yilindan beri de Fizik Bölüm Başkanlığı görevini sürdürmekteyim.  Bu çalışmaların ve görevlerin her aşamasında Boğaziçi Üniversitesi mezunu olmamın gururunu yasadım ve değerli hocalarımın bana öğrettiklerini kullandım.  Çalıştığım her kurumda Boğaziçi Üniversitesinin uluslarası itibarını gördüm.

12 yıl kadar önce, daha Amerikan Üniversiteleri bile on-line ders programlarına başlamadan değerli hocam Prof. Dr. Alpar Sevgen’in teşvikleri ile Boğaziçi Üniversitesi’nde “online” ders (Synchrotron Radiation Sources and its Applications) açtım ve hala bu dersi veriyorum, sadece ileride bu konuda araştırma yapacak taze beyinlere birazcık olsun ışık tutabilmek için.  Benim anladığım, Boğaziçili olmak bu demektir, yeni nesiller için yeni ufuklar açabilmek. 2016 yılında sabbatical çalışmam için yine memleketimi seçtim, kendimi vatanıma ve Boğaziçi Üniversitesi’nde bana verdiği yüksek düzeyli eğitime borçlu hissettiğim için. Birazcık olsun genç araştırmacılara katkım olsun diye.

Dediğiniz sözlerde çok büyük haksızlık görüyorum.  Boğaziçi Üniversitesi milletimizin dünyaya ispat ettiği en önemli değerlerden biridir hiç bir yere yaslanmasina gerek yoktur, çünkü zaten kendisi bu milletin içinden çıkmıştır ve dik olarak ayaktadır.  Kendi ülkesine yabancı olmadan yabancıları Türkiye’mizin değerlerine hayran bırakacak bir kuruluştur.  Bu gerçeğin dünyanın ve ülkemizin seçkin kurumlarında çalışan onbinlerce Boğaziçilinin ortak sesi olduğunu düşünüyorum.

Prof. Mehmet Alper Şahiner

7 Ocak 2018

Müsade Çocuk-Yaşar Kemal – Mart 2015

Yıl 1988 aylardan Kasım’di sanırım.  Amerikan Üniversitelerine fizik doktorası için başvuru zamanıydı.  Başvuru için gereken reşume, “amaç mektubu” ve hocalardan aldığım referans mektuplarını iyi kalite kağıda iyi bir daktilo ile yazdırmaya Gayrettepe’deki Sürat Daktilo’ya gitmiştim.  Elektrikli daktilo yazıcısı bana yazdıklarını gösterip imla hatalarını düzeltmemi istedi.  Yazılanları aldım ayakta hızlı hızlı okumaya başladım. O sırada daktilo odasının kapı aralığını kapattığımı farketmedim.  Arkamdan kalın otoriter bir ses bana “Müsade çocuk” dedi döndüm, karşımda heybetli görünümüyle Yaşar Kemal vardı.  Elinde daha önceden daktilo edilmiş bir kitap metini vardı ve O da düzeltmeler için benim işimi yapan adama gelmişti.  Ustanın İnce Memed’iyle tanıştığım yazdan bir 8 yıl kadar geçmişti. Nasıl da yutmuştum o iki cildi haksızlığa başkaldırmanın verdiği 14 yaş coşkusuyla. Sonra Dağın Öte Yüzü üçlemesi, Ortadirek, Yer Demir Gök Bakır, ve Ölmezotu.  Sonra Al Gözüm Seyreyle Salih. Ateşin yalımlarına bakıp başka dünyalara uçup giden Salih.

Büyük Usta metini yazıcıya uzattı “yanlışların üzerinden gittim, düzeltmen için” dedi ve ekledi “ama önce çocuğun işini bitir, acelesi vardır onun…”Bir şey söyleyemedim, hayranlıkla selamlamaktan başka, sanki onun doğallığı karşısında “kitaplarınız ne kadar da güzel” sözü bile anlamsızlaşıyordu. Tam karşımdaydı bütün yalınlığıyla, beni hiç tanıdık olmadığım yörelere çekip götüren Çukurovalı Yaşar Usta ve benden müsade istiyordu.  Müsade senin büyük Usta…

Mart 2015